Cuma, Aralık 15, 2006

Kâmurân


Don't think u are; know u are..
“KÂMURAN”

“Tekerrür eden tarih değil; zihnin yanılgıları yahut tercihleridir ve bu tekrarlar dahi aynîlik taşımaz.”
G.P.
-I-
Keskin bir bıçaktı Kâmuran için, şuncacık zaman diyerek beğenmediği ve senelerdir görmediği memleketine yollandığı tatil; hayatını iki sahneye bölmek zâviyesinden. Hazin sonlara gebe bir yüzü taşıyordu memleketine gidinceye değin İstanbul’un göbeğinde; kah mutlu kah mutsuzdu. Ciddi bir sıkıntısı yoktu ya yine de canı sıkılırdı her iş çıkışında. Olması ile olmaması arasındaki farksızlık ya da ucuz farklılık, neredeyse her şehirli gibi onu da bezdirmişti işte. Çatlamış dudaklarını diliyle ıslatmaktan yorulduğu o Salı akşamı evdekiler -Kâmuran onlara ‘Ortalar’ derdi- artık memlekete dönme vakitlerinin geldiğinden dem vuruyorlardı. Muhasebeci bir adamın yanında çalışan Kâmuran’ın izni o sene kış ayına denk düşüyordu ve bunun iyi bir şey olduğuna karar vermişti Orta’lar. Mis gibi hava, yaşlı anneannesinin hazırlayacağı köy usûlü yemekler ve karlı tepelerden başka ne vardı ki memleket dedikleri kara parçasında? Tabi o zaman Ferdi Abisiyle tanışacağını kestiremezdi.
Kolları eskimiş yeşil çizgili gömleğini usul usul giydiği sabah aynaya bakakaldı Kâmuran: Esmer bir ten, masmavi gözler, zayıf omuzlar, kıvrak bir yayı andıran kaşlar, makas gibi bir vücut taşıdığına değil de gözbebeklerine dalmıştı bu sefer. Uzunca baktı kendi gözlerine…Ne görüyordu ki kendisinden başka? Kendisi dediği başkalarının şekillendirdiği ortalama ve suni bir ahlakın, kıvrılmakta zorluk çeken bir zekanın, hazır inanışların, saçma ve ölümcül bir kaderin/fatalitenin şekillendirdiği bir ‘şey’di işte. Köye gitmek kararında bile hiç payı ve etkisi yoktu mesela. Kâmuran böyle şeyleri düşünmeyi manasız gördüğünden ya da o gün zaten canı sıkkın olduğundan vazgeçti bu ayna macerasından. Ayna herkesin dillendirdiği basit bir simgeden fazlası değildi onun için. Gerçi basit denilen şeylerin hayatı nasıl da kontrol altında tuttuğunu herkes bilir. Tabi bunları düşünmüyordu Kâmuran şimdilik.
Sabah 7:32.. Her evde yaşana gelen kahvaltı trafiği ve kız kardeşe sahip olmayan oğulların kahvaltıya yardım ettiği anlardan biriydi Çarşamba sabahı Kâmuran için. Ağır işlemeye alışmış olan zihni peyniri daha ince dilimlemesini salık verirken bir taraftan da köye gitmenin iyi yönleri olduğuna dair parıltılı mesajlar sunuyordu kendisine. Sabiha Hanım erkenden hazırlamıştı valizleri. Zaten annesinin hep erken davrandığını düşünürdü Kâmuran; hep geç kalanların hayat sebebiydi bu kadın ona göre. Zıtların ahengini duymuştu elbet şuradan buradan fakat annesi bir pratikti onun için. Kendisinin tarafsız bölgede olduğuna karar verirdi ne zaman annesini düşünse. Herkese uyum sağlayan herkesle dost olan biriydi işte; hiç yoktu belki de. O sabah Babası Sermet Bey her zamanki müşkülpesent tavırlarıyla tıraş takımlarını kontrol ediyor ve yine fazladan jilet takımı götürmeyi ihmal etmiyordu. Olsun, köy yine de iyiydi; temiz hava bol gıda!
9:44.. Kitap okumayı hiç canı çekmiyordu o gün. Babasının yüzünden araba kullanmayı öğrenememiş ve annesinin hayattaki en uç tavrı ısrarla ön koltuğa oturmak talebi olduğundan, arabanın sağ tarafına oturmuş, alnının sağ kısmını dayadığı camdaki buğuyu belli belirsiz şekillendiriyor ve kendisini düşünüyordu o sabah. Kendisi neydi ki? Kendisini özetledi ilk defa, buna hakikatın kendi derinliğinde ilk dalgalanması da denilebilir: Burada doğduğu için buradaki dine inanan, babasının din ve ahlak süveterini üstüne alelacele geçiren, okumakla okumamak arasındaki farkı nakit karşılığına göre değerlendiren, arabesk hislerin ya da gereksiz heyecanların büyüttüğü aşka benzer hislerin taşıyıcısı, ortalama bir dünyalının bir ev, bir araba hayalini kendi sathında planlayan, kendi üzerinde hiçbir şuuru olmayan galiba ‘yaşıyor işte’ diye özetlenebilecek bir varlık olduğunu hissetse de bu his hayli derinlerde bağırdığı için ‘iyiyim işte’ dedi kendisine.
Yollar ince ince kıvrılıyor önünde, mesafeler birbirine giriyordu. Olsun, köy iyiydi yine de. İnsan kafasını dinler bir kere! Bir ara daldı Kâmuran uykunun karanlık ülkesine. Garip bir rüya belki de kabus sıçrattı uykusundan: Kara köpeklerin beklediği yemyeşil akasyaların çevrelediği bir bahçenin önünde öylesine duruyordu. Kara köpeğin biri salyalarını akıtarak yanına kadar geliyor ve dikkatle belki de hırsla Kâmuran’a bakıyordu. Kâmuran köpeğin gözlerinde babasını gördü, ayrıca sesini de duyabiliyordu o gözlerin içinden. Bir köle gibi başka varlığın tercihlerine ayarlıydı cismi. Köpek nereye giderse gitsin babası da oraya gidecekti. Sonra köpek koşarak uzaklaştı yanından. En diri akasyanın gövdesine oturdu hemen. Neşeli bir şarkı söylemeye koyuldu ve ne olduysa o anda oldu. Şarkının nakaratlarını bir anda yanında bitiveren kara köpek söylüyordu. İçi boğulur gibi oldu. Bir maşrapa karanlık serptiler sanki kalbine. Kendisini atıverdi alıştığı gerçekliğin içine; uyandı. Gerçek dediği dünyaya döndü işte. Babası dikiz aynasından oğluna bakıyordu:
- Şurası mola için iyi değil mi Kâmuran?
- Bilmem.
- Bilsen şaşardım; anasının oğlu…
11:22.. Babasına pek kızmazdı Kâmuran böyle şeyler mırıldanınca. Sermet Bey derdi herkes ona mahallede. Kimseyi incitmezdi evdekilerden başka. Gerçi Sermet Bey’in babası da böyle bir adamdı. İyiydi çünkü kötü olmak da bir cesaret istiyordu. İnanıyordu çünkü cezalardan ürküyordu. Yaşıyordu çünkü gelmişti bir defa. Kâmuran insanın mutlaka babasını seçtiğine inanıyordu böyle şeyleri fark ettiği günden beri. Hayır, babasına benzemiyordu. Genetik bir transfer değil gayet sarih bir seçim belirliyordu olacakları. Kıyametini hazırlayan varlık elbet başlangıcını da seçebilirdi. Son ve ilk aynı şeydi aslında diyordu bir kitap. En çok buna inandı Kâmuran, sebebini tam olarak kestiremese de. Öyle ya Sermet Bey mola için uygun görmüşse duracaklardı burada dedi kendi kendine. Gülümsedi. Annesi evinden az çıkabilen insanların seyahat mutluluğunu yaşamakla meşgul olduğu için mola yerini çok beğenmiş görünüyordu. Bir benzin istasyonunun sağ tarafındaki boşluğa arabalarını park ettiler.
12:10..
- İyi terbiye edilmiş et değil mi hanım?
- İyi, iyi. Güzel pişirmişler hem değil mi oğlum?
- Evet!
Yola revan oldular tekrar. Bu sefer arabanın soluna oturdu Kâmuran, babasının tam arkasına. Ense kılları iyice beyazlamış Sermet Bey’in oğluyum, dedi içinden. Henüz emekli olmuş ve sadakatle 25 sene aynı işi yapmak azmini ve hafifliğini sergileyen babasına acıdı bu sefer de; kan çekiyor işte, diye düşündü. Su akmalı, su akmalı diye tekrar etti ve gözlerini yola dikti Kâmuran. Su gibi akan yollar, kendi ırkının uydurduğu zaman mefhumu içinde eriyordu işte. Sonra ne olacaktı, ya sonunda? Kimsenin bir şey bildiği yoktu. Gerçi Kâmuran’ın kimse dediği çember öyle dardı ki bu çemberden hareketle bir yargıya varmak çocukça olurdu herhalde. Arkadaşlarına da babası karar vermişti. Gerçi böylesi iyi de oldu diyordu hep kendine. Niçin iyi olmuştu? Niçin pek fazla üzerinde durulmaması gereken bir sual di onun için. Niçin böyleydi hayat? Hayat böyle miydi? Böyle dediği tam olarak neye isabet ederdi ki. Bunlar hep muallakta Kâmuran için, Kâmuran da muallakta Kâmuran için. Ne için? Aslında köye varmaları çok sürmezdi İstanbul’dan; beş bilemedin altı saat. Fakat Sermet Bey doksanı geçince benzin çift borudan gidiyormuş diye duyduğu ve bu söyleme bütün kalbiyle inandığı için ağır ağır gidiyordu. Olsun, anneannesi şimdiden hazırlamıştır börekleri. Sıcak çayı da doldurdu mu insan daha ne ister ki?
Keşke bir ablam olsa diye düşündü Kâmuran. Bazen kek yapardı ona, bazen de gömleğini ütülerdi. Sevdiği kızları anlatırdı ona; sevdiği kızlar sevildiklerini hiç bilmeseler de! Kara çamları örten beyazlık gözlerini bir hoş ediyor şimdi Kâmuran’ın. Arabanın zincirinden çıkan tıkırtı düşüncelerine yön veriyor gibi; kah seri kah ağır düşünüyor bu yüzden. Göz kapakları ilk sinyalleri veriyor uykuya dair. Sol gözü tamamen kapandı, sağ gözü ise annesinin yaşmağında. Yaşmağı eskimiş, saf Sabiha’nın oğluyum diye düşünürken vücudu uykuya esir düşüyor. Yine bir rüya gölgeliyor gerçekliği: Gaydalarını iştahla çalan bir avuç adamın arasından geçiyor gülümseyerek. Sonra birden memleketine ait olduğunu nasıl oluyorsa bildiği yemyeşil bir ovada buluyor kendini. Domatesler yenice kızarmış, biberler sırım gibi, nazlı bir kadın gibi cüretkar ve doğurgan...Altı ay kadar önce Kadıköy’e, iş yerinden eline tutuşturdukları faturaları yatırmaya giderken, biraz da istemeyerek saati sorduğu adamı görüyor kırmızı bir kazak içinde. Ne kırmızı ama; parıl parıl yanıyor. Sonra bir pencere önünde buluyor kendini. Hava soğuk, yerler beyaza çalınmış. Sanki bir kadın gibi kadınını bekliyor; evet tam da böyle.
Yoldaki sert kasis Kâmuran’ı realite denen sıcaklığın merkezine yuvarlayıverdi. Hiçbir şey çıkaramıyor gördüğü rüyadan. Çıkarmalı mı, bilinmez. Babası yoldan sıkılmış olacak, garip hırıltılar çıkarıyor boğazından. Annesi çoktan dalmış gitmiş.
- Yoruldum.
- Annem uyumuş.
- Şu mereti öğrenmen gerek.
- İyi olur.
- Kendi arabanı alınca öğrenirsin nasıl olsa.
- Doğru!
Annesinin tuz sardığı takvim yaprağına gözü takılıyor. İki mısracık şiir iliştirmişler sayfanın sağ kenarına, seslice okuyor Kâmuran nedense? Belki de babasını eğlendirmeye çalışıyor. Ya da sesini çatallaştırarak/buğulandırarak başkalarının şiirleriyle yaşayan sülükler gibi olmak hevesi var içinde bir yerde:
“Önce yoktun ya şimdi de varsın
Kendi öz-kabrini kendin kazarsın”
Böyle olmasam nasıl olurdum’un peşine düşüyor Kâmuran’ın zihni. Ya başkası olsaydım, diyor; ya hiç olmasaydım demek cesareti ve şuurunda olmadığından. Zengin doğmalı insan diyor içinden. Hem o vakit araba kullanmayı da bilirdi Kâmuran. Babası gibi tıngır mıngır değil fişek gibi uçururdu arabayı. Şöyle siyah bir arabası olmalı insanın. İnsan ölür mü gerçekten, diye zehirledi şuuru bütün muhayyeleyi. Ölmek, kaybetmekse ne acı! Gerçi ölememek de kötü diye duydu hep Kâmuran. Üç katlı beyaz bir ev denize nazır. Kibar ve asil hem de güzel bir komşu kızını sevdiğini hayal ediyor. Tabi o zaman babası da çok anlayışlı bir adam. Olur olmaz şeylere takılmıyor şimdi ki gibi. Babasının kulakları takılıyor gözüne. Kulak tüyleri uzamış Şevki Bey’in oğluyum ben diyor kendine. Kâmuran içten zeki dıştan çok normal bir çocuk belki de. Zeki-aptal dedikleri cinsten mayası. İçindeki fırtınaya şahitlik edecek bir nebze dalgalanma yok Kâmuran’ın fizik aleminde. Bir taraftan da metafizik taarruzların en uğrak yeridir Kâmuran’ın acemi cismi.
14:04... Yol azalıyor artık; vuslat yakın, en azından diğer gurbete değin. İnsan bir var bir yok, dedikleri kadar var diyor uzayan asfalta. Beyaz asfalt eski bir dost gibi hep yanı başlarında. İnsanın uzanıp yatası geliyor bazen. Yolun sağına doğru bir tebessüm bağışladı Kâmuran. Olsun, köy yine de iyidir insan için. Kafa dinleyecek yer yok büyük şehirlerde. Gerçi bir önceki tatilinde köydeki dedikodulardan başı dönmüştü. Daima çekiştirecek bir şeyler arayan, eğri büğrü bir lisanın taşıyıcıları gibi duruyorlardı ilk bakışta. Fakat bazen yüzlerinde beliren masumane ifade ona başka şeyler hissettiriyordu. En kötünün en iyi olabilme ihtimali Kâmuran’ın şuuru için büyük bir sopaydı. Vurdukça tozunu çıkarıyordu genellemelerin, kesin yargıların, önsezilerin..Böyle şeyler düşünmesinin sebebi muhtemelen annesinin dediği gibi geceleri uyumadan önce yaptığı okumalardı. İnsan çok düşünmemeliydi Sabiha Hanım’a göre. Okumak ilençli bir parmak gibi suyun dibindeki toprağı eşeliyor ve her şeyi bulandırıyordu. İnsan kabul etmeliydi olanları. Her şey böyle olması gerektiği için böyledir diyen bir filozof ya da bir cahildi annesi, kim bilir? Fakat bu söylemler onu en yakın arkadaşlarından ayıramazdı elbette.
Tepeler tepecikleri, yontuklar vadileri kovalıyor. Simsiyah atların ağzını köpürten şu güzelim topraklar yalnızlığa itilmiş gibiler. Ağzında kekre bir tad, zihninde müphem, garabet düşünce hayaletleri ve midesinde ince bir sızıyla yola dalmış Kâmuran. Gizlice arka cebinde duran hafif ezilmiş sigara paketini yokluyor. Anneannesinin evinin arka tarafında-eskiden bir samanlık olduğu belli olan- yıkık tahta binanın bir kenarına oturup sigara içmenin keyfi geliyor aklına. Uzayan yer ve göğe nazır yakılan tütün herkesin tatması gereken bir şey, diye geçiriyor içinden. İnsan garip bir şey; kendisini yok etmek için elinden geleni yapıyor. İnsan acayip bir şey, birbirini yiyip bitirmekte. Yaşlı yuvarlağın içinde dönüp duran bu yüce varlık nasıl olurda bu kadar alçaltır kendini. Alçalmak yükselmekten çok mu uzak burası bilinemez bir nokta Kâmuran için.
- Şurada bir çay molası verelim, uykum geldi zaten.
- Verelim, verelim.
Babasıyla annesinin haylidir konuşmadıklarını ancak hissediyor Kâmuran. Öylesine evlenmiş gibi duran bu çift bazen birbirlerine o denli tutkuyla sahip çıkıyorlar ki yaşadıkları şeyin ismini koyamıyor Kâmuran. Birini sevmeli insan, diyor içinden. Belki de köyde güzel bir kızla karşılaşacak bu sefer. Köye henüz gelen müsafirlere sıcak ekmek getirmiş, elleri kınalı bir kız bu. Sesi kadifeden, tavrı topraktan, güzelliği doğadan, merhameti Rabb’dan mülhem bir kız. Var mıdır böylesi? Kâmuran bu soruyu cevaplayacak hiçbir tecrübe yaşamadığı için olacak; bu sorunun üzerinde hiç durmuyor, duramıyor. Artık arabadan inme vakti Ortalar ve Kâmuran için.
Beyaz büyükçe bir masanın etrafına diziliyorlar ailecek. Sermet Bey eliyle üç çayı işaret ediyor. Kâmuran tuvalet bahanesiyle ayrılıyor ortaların diyarından. Köhne bir tuvaletin içinde hızla çekiyor mavi yoğunluğu içine. Birden başı dönüyor düşecek gibi oluyor. Sigaranın közü uzadıkça uzuyor, usulca akarken mavi duman Kâmuran’ın içine. Hızla tuvaletten çıkıp, kırık aynalı el yıkama yerinde o bilindik yumuşamış sarı bir sabunla ellerini yıkıyor. Çaylar gelmiş olmalı diye geçiriyor içinden. Adımları onu büyük beyaz masaya götürüyor. İki şekerli çayını yudumluyor usulca. Sermet Bey araba kullanmaktan bıkmış bir ifadeyle, Sabiha Hanım annesine yakınlaşmasının ikramına binaen mesut bir yüzle çaylarını yudumlarken kendilerini bir gözün izlediğinden habersiz görünüyorlar. Kâmuran karnının acıktığını hissediyor yola çıkalıdan beri ilk defa. Annesi yollukları çıkarıyor beyaz poşetin içinden. Şevki Bey’in kafa hizasının dört karış üstünde ‘Dışarıdan yiyecek getirmek yasaktır’ ibaresi ucuz bir şeyi dillendirir gibi. Fakat Sabiha Hanım’ın dediği gibi çok okumamalı insan. Kâmuran birisi onları uyaracak diye lüzumsuz bir endişe içine düşüyor haşlanmış yumurtasını soyarken. Zeytin, ekmek, salatalık, domates ve tuz? Tuzu almak için bile olsa arabanın anahtarını elinde taşımak hoş bir duygu diyor içinden. Anahtarları sallayarak geri dönüyor neşeyle. Bu saatten sonra yemek yedikleri için ikaz edilseler dahi bu Kâmuran’ı üzemez.
15:17.. Yaşlı bir adam gibi öksürerek kalkıyor yerinden kırmızı demir yığını. Arabanın bir insan için hedef olmasını daima saçma bulsa da bir arabası olmasını istiyor Kâmuran. Sabiha Hanım kucağındaki azık artıklarını güzelce gazeteye sarıp arka tarafa uzatıyor. Gazetenin en çok büküldüğü yerdeki yazıyı okuyacak Kâmuran ortalara:

Gırnata kızılıydı sevdiğimin elleriVaktâ ki kan değildi aslındaKan değildi.Entelekt bir balçıkta sızlananİnsancıl periAmma ki bir ilençti aslındaPeri değildi.

Gazeteyi çeviriyor usulca;
Fakat tarih bir nabızdır en çokEritti madeni erittiSarsan ve sırıtan bir fazlaLüzumsuz bir nazlaİçten yanmalı bir hızlaKıvrılarak yıktı bendiniÖyle ki muhtemel değildi.

Apokaliptik bir hecin binicisiElleri nasır ve kanBir ses duydu öteden:“Halden hale devrilin halden hale”Ses taşıyıcısı göçmüştü kum tepelerdenYankılanan ahitleri toplamıştı oysa kiDağ gibi kükreyen sinesindenSiyah atlar koşuyordu ölümüneHecinli adam gözleri yaş:Vay yedâ vay yedâ! Büyümek küçülmektir oysa kiBunu biliyordu hecin’liVay hasretâ vay hasretâ!

ÖlümsüzlükNedir o ölümsüzlükSen onu nerden bileceksinBiz sana onu öğretmedik kiMealinde bir rüya gördü GırnatalıCeplerinde Merih ve Utarit portresiGözlerinde mavi çölden fazlasıKarışmış bir zihinle ve aydınlıkBir şüpheyle irkildiŞunları söylemek içinmiş meğerDöktüğü şunca ter:Gırnata kızılıydı sevdiğimin elleriVaktâ ki kan değildi aslındaKan değildi.
Rumuz: Gölgelere paralel

Berbat bir şey, diyor Sermet Bey. Sabiha Hanım hiçbir şey anlamadığını ifade ediyor olmalı yola dikkatle bakarak. Bu gün Endülüs Günü’ymüş, onun için yazmış adam, dese de Kâmuran; babası ne kadar yol kaldığını, annesi ise artan yiyecekleri annesinin tavuklarının yiyebileceğini hesaplamaktadır. Hayat kaba bir şeydir belki de diye geçiriyor içinden mavi gözlü Kâmuran. Gazeteyi yan tarafına doğru fırlattı. İçinde ekmek olduğu gelince aklına üzüldü. Belki de bir fikri fırlattığı için üzülmeliydi Kâmuran; buğday uzantısını değil, kim bilir? Ekmeği kutsal kılan buğday değil insandı. İnsanı yaşatan ne varsa kutsaldır diye bir aforizma fırlatıyor görklü arşa. Seni kim duyacak Kâmuran? Yol olanca hızıyla akmakta, kırmızı demir yığını bir canavar edasında süpürmekte gurbetleri.
Kendisiyle baş başa tekrar. Denizi görüyor boylu boyunca uzanmış bir ölü gibi duran. Ebedilik olmalı, diye geçiriyor içinden. İnsan sadece yaşadığı bir saniyeyi tam olarak idrak için ömrünü verse bile buna güç yetirmesi neredeyse olanaksızdır, diyen bir romancıyı hatırlıyor. Garip bir roman okumuştu seneler evvel. İşte şu sözde ondan kalan tek şey belki de. İnsan en çok yazarak var oluyor galiba, demişti bir gün edebiyat öğretmenleri. O gün pek anlamadı bu sözü fakat yavaş yavaş söz kendi derinliğini kazıyor galiba. Bir kız yüzü uçuşuyor zihninde beyaza gark olmuş bir kız yüzü. Bir kız yüzünden sanat bir kız yüzünden varlık maceram, diyen bir Fransız geliyor aklına. Bu gün hafızası kendini aşmakta iddialı. Ölümsüzlük olmalı ve var! Desem ortalar ne der acaba, diye geçiriyor içinden. Denemesi bedava:
- Ölümsüzlük olmalı ve var!
- Seni de sıktı değil mi yol?
- Yok, baba öylesine işte.
- Oğlum o şeyleri okuyacağına Erkan Abi’ni örnek alsana!
- Neyini örnek alayım anne?
- Bak hem çalışıyor hem üniversite okuyor. Ne güzel evlendi de. Araba taksitine bile girmişler.
- Okumam, araba almama mani değil sanırım.
- Anneni dinle, anneni!
- Peki!
Aynı eskiyen evleri gibi –geçenlerde tavanı çökmüştü müsafir odasının- kararmış, donuklaşmış, eskimiş bir halleri var ortaların, diye düşünüyor Kâmuran. Yediği yumurta pek yaramadı galiba; midesi yanıp tutuşuyor. Şu yol bir bitse demekten fazlası gelmez elinden. Bozuk şose bir yola giriyor kırmızı demir yığını. Sesler, sescikler, tıkırtılar, boş bir tantana çarpıyor kulaklarına. İyice canı sıkılmaya başladı işte. Keşke insan uçabilseydi, diyor içinden. Canı sıkıldım mı şöyle bir havalanıp süzülürdü gökyüzünde. Rüzgar hafif saçlarını okşardı. Sonra yükselmeye başlardı. Yükseğe gittikçe yükseğe…Sonra birden dalışa geçerdi. Gözlerini de kapardı en yüksek hıza ulaştığında. Fakat olmaz ki bunlar!
- Uykum geldi iyice!
- Bir kenara çek bey, şöyle elini yüzünü yıkarsın.
- Kâmuran!
- Efendim baba!
- İstanbul’a dönünce öğreteceğim sana şu mereti.
Gülümsemek bir menfaat uğruna diye düşündü Kâmuran. Hep arzuladığı bir şeye kavuşan birinin durgunluğu çöktü üzerine. Hep arzulamaya değer mi diye düşündü şoförlük için. Elbette değmezdi. İnsan mayası itibariyle açlığa meyyal bir varlık olduğundan kendini bozuşu ve dünyanın gittikçe hızlanarak bozuluşu kaçınılmazdır diye bir cümle hatırlıyor bilmem hangi kitaptan. Yine artık malzemelerin sığınağı olmuş gazeteyi alıyor eline. Bir katını dikkatlice açıyor içindeki ekmek kırıntılarını dökmemesi gerektiğini düşündüğünden. ‘Alıntılar’ adlı bir başlığın altındakileri okuyor:
“Sanatın yani özel bir yaratımın/inşanın, eşsiz bir var edişin ilk ve öz kaynağı olan Nakkâş-ı Ezel, her yaratımında olağanüstü bir renklilik yelpazesi ve benzersizlik/orjinalite ortaya koyarak, var ettiklerine bir şeyin inşasında hangi mantık ve estetikle hareket edilmesi gerektiği sırrını, mevcudatı ortaya koyarak kısmen de olsa fâş etmiştir. Bir şeyi kabaca/direkt ya da dümdüz söylemek, inşa etmek değil de; ortaya konan şeyin bir öznellik ve harikalık kazanması adına daha keskin ve daha derin bir söylemi taşıyabilecek kelimelerin ve ifadelerin seçilmesi hususu Metaforik anlatımın beslendiği en önemli bataryadır. İslam kültürünün ve tabi ki Rab kaynaklı diğer din buyruklarında da bu vasıf daima göze çarpmaktadır.
İslami kültür çerçevesinde çokça ismini duyduğumuz ya da imasını hissettiğimiz “remzi dil, işaret dili, mana dili, kuş dili, balabaylan dili” olarak da nitelenen ve tasavvuftaki şathiye geleneğinden beslenen bu anlatım tarzı” gökyüzünde serazad bir tabiatla uçuşan kelimeleri yani mana izdüşümlerini adeta yeryüzüne doğru çekmeye çalışırken yararlandığımız; böylece somut-soyut uzlaşmazlığını, en aza indirgediğimiz bir kavram olarak Metafor diğer ifadeyle Sembolik Anlatım, diğer eski kültürler yani daha önceki dini buyruklarla kendi öz-şuurunu besleyen ‘öteki dünya’, Akdeniz havzasından, kum tepelerinden Batı’ya uzanan bu geniş halkanın insanları da bu ifade tarzını belli bazı farklılıklar olsa da istimal etmiştir.
Fark şudur ki Ezoterik-Batıni sırlar, bu sırları elde etmeye hak kazanan fakat bu elde edişleri bazı genetik, ailevi hususlar, toplumsal sınıf ve sınırlılıkların, kastların sınırladığı bir ayrımcılıkla seçkin bir zümrenin önüne gümüş tepsilerle sunulurken; İslami kültür boyutunda bu derin manaları anlama ayrıcalığı yine ehil olanların anlamlandırabileceği bir şuurlu-gönül dili herkese şehrinin kapılarını açmış fakat herkesin bu kapıdan geçemeyeceğini en baştan salık vermiştir. Her iki tarafta da –ki bu ayrımda nihayetinde sathidir- özel, sembolik bir dilin varlığı herkesi içine alamayacak dar bir halka olarak tayin edilmiş lakin İslami kültür daha ılımlı ve misafirperver bir havayla müşterilerini beklemiştir.”
Derin bir sessizlik kol gezdi yazının okunmasından sonra arabanın içinde. Artık tabelalar memleketi müjdeliyor. Az bir yol var önünde araba sakinlerinin. Kâmuran yolda insanların farklılaştığına dair bir şeyler düşünmüştü bir defasında. Yarım yamalak hatırladığı rüyasında, koyu renkli bir bezle buzdolabının önündeki çer çöpü toparlıyordu. Sonra birden kendisini yolda bulmuştu işte. Mola verdiği yerlerde bir başka adam gibi oturuyor, çayı daha önce içmediği bir tarzda yudumluyor, kelimelerini çok düzgün konuşmak çabasında olanların garip yavaşlığı ve acemiliğiyle sıralıyordu. Daha garibi kendisini dışarıdan bir göz olarak izleyebiliyordu rüyasında. Gerçi neredeyse bütün rüyalar bu gibi enteresanlıklarla örtülüdür. İşte o sabah bu garabet rüyanın tesiriyle olsa gerek insanların yollarda farklılaştığına karar vermişti.
16:21.. Sermet Bey gözleriyle bir yerleri arar gibi..Sabiha Hanım halinden memnun bir kedi gibi koltuğa gömülmüş. Kâmuran dalgın dalgın babasına bakıyor.
- Şu yatırlara uğramadan geçmem ben.
- Sakin bir yer bulalım bey.
- Kâmuran dua et de iyi bir karın olsun.
Sermet Bey gevrek gevrek gülümsüyor. Nadiren yaptığı bir şey bu! Kâmuran hadisenin dışında gezinen serazad bir şuur şimdi. Duyuyor fakat anlamıyor; görüyor lakin derinlemesine değil; hissediyor ama öylesine; yaşıyor ne var ki buna mecbur! Bir servi dibinde duruyor gürüldeyen demir yığını. Büyük bir varlığın emanetçilerini, insanları salıveriyor mekanik bünyesinden. Usul usul dua ediyorlar. Herkes kendi şuurundaki Tanrı bilincini körüklüyor. Herkesin tanrısı kendine benziyor bir bakıma. Kimisinin ki kıyakçı, kimisinin ki delikanlı, kimisinin ki filozof kimisininse mahalli bir tanrısı var. Sermet Bey cehennemleriyle ürküten bir güce gülümsüyor, Sabiha Hanım asla bir insanla muhatap olmayan ve kendisine ancak aracıların ulaşabildiği bir güce sığınıyor, Kâmuran ise kararsız sadece. Vahdeti süzebilecek idrak ve dikkat yok ellerini açanlar içinde, diye bir duyum geçiyor hafızasından Kâmuran’ın. Gerçekten öyle midir acaba, dese de hiçbir şeyden emin değil.
Artık demir almak vakti sınırlı kapasiteleri, imkanları, şuurları ve dizel arabalarıyla varlığını sürdüren çekirdek aile için. Yola koyuluyorlar. Hava iyice soğuyor şu sıralar. Pervasızca akan bir çayın önünden geçiyorlar. Manzara sükûneti telkin ediyor arabadakilere. Çekirdek aile suskun. Çay Kâmuran’a şöyle fısıldıyor: “Sınırlı bir idrak sınırsızı kucaklayabilir mi zannediyordun? Elbette bu yorganla sarılmaz bu beden. Hep açıkta kalacak bir yerlerin. Çünkü üşümek kaçınılmazdır.” Metafizik bir gerilimin kucağında bezgince oturuyor Kâmuran.
İnsanın canı hiç sıkılmasa, diye geçiriyor içinden. Bu mümkün değil midir ki..Belki imkan dairesinde fakat kuvveden fiile geçmesi neredeyse olanaksız. İnsan sıkılmasa sanat olmazdı, diyen bir adamı hatırlıyor şimdi de. Neden hep erkeklerin sözleri çınlıyor kulaklarında, diyen iş arkadaşı geliyor aklına. Çocuk yaşından beri çalıştığından olsa gerek elleri epey gelişmiş ve damarları şişkin bir arkadaş bu. Çalışmış ve arabasını almış. Kazanmış ve evlenmiş. Üremiş ve gururlanmış bir dünya vatandaşı Kâmuran için arkadaşı. Kâmuran ise bunların hiçbirini başarmış değil. Arkadaşına dair hatırladığı şeyler birer başarı kabul edilebilir mi bu da muallakta şimdilik Kâmuran için. Hayatı bir türlü anlayamıyor. Yaşadığı bir saniyeyi daha anlamaktan aciz olduğunu fark ediyor bir kere daha. Bir saniyeyi anlamak için önce nefesini tutuyor ve gözlerinin işlevini ölçüyor. En uzak mesafeleri dahi tartan bir mizan gibi şu iki misket. Ellerine bakıyor; birer mucize gibi duruyorlar bir saniye içinde. Kendini bir bütün olarak hissetmeye çabalıyor. Vücudunun bütününe hakim olan ve bir kubbe gibi yükselen başındaki beynini hayal ediyor. Ve bir saniye bitiyor. Yine anlayamadı işte. Torpidonun üzerindeki takvim yaprağını istiyor annesinden. Bu sefer sessizce okuyor ‘Her hafta bir kitap’ başlıklı yazıyı:
“12. ve 13. yüzyıllarda bütün İslâm coğrafyasına (İran, Orta Asya, Suriye, Anadolu) yayılan tekkeler, yani bir bakıma fikir ve inanç birimleri bu kavramın hem yayılma alanı hem de bu kavramı yayan bayraktârları olma özelliğini göstermişlerdir. Ve zamanla sırf bu kavram üzerine bir terminoloji yani ayrı bir lisan ve remizler dünyası kurulmuştur. Artık 13. y.y.’dan itibaren Muhyiddin Arabî’nin lehinde ve aleyhinde -biz buna sofular ve aşıklar diyebiliriz- iki kuvvetli cereyan meydana gelmiştir.
Tabi ki Vahdet-i vücûd olgusunun şiir dünyası üzerindeki hakimiyetini gösterebilmek için çok ciddi bir araştırma sürecine ihtiyaç vardır. Bizim gayemiz literatür yoğunluklu bir kıyaslama ve isbata gitmekten çok ; bütünün ufak bir kesiti üzerinde bile, başlığımızda belirttiğimiz karmaşanın fark edilebilir olduğunu işaret etmekten ibarettir. O halde öncelikle Vahdet-i vücûd ve Vahdet-i şühûd kavramlarını kısaca açıklayarak yazımıza devam ediyoruz: Vahdet-i vücûd, “Allah’tan başka varlık olmadığının idrak ve şuuruna sahip olmak, bilmek”; bütün varlıkların yani mevcûdatın , mutlak varlık olan Allah’ın isim ve sıfatlarından meydana gelmesi olarak tarif edilmiştir.
Vahdet-i şühûd ise, “kulun cem’ ve vecd halinde, ma-sivânın yok olması ile” insanın her yerde Bir olanı görmesi, bu hakikata şehadet etmesi olarak ifade edilebilir. Bu ruh hali içine giren ve terbiyeden geçmiş bir nefse sahip olan kul, baktığı her yerde Allah’ın tecellilerini görür, O’nun ayetlerini müşahede eder. Ne var ki, bu cezbe hali, bu psikolojik vaziyet, bu mod geçince kendisinin farkına varan kul; artık Hak ile halkı ayrı ayrı görmeye başlar. Kendinden geçme halinde, yani cezbedeki insan, bazen insana ilk bakışta şeriata ve dine aykırı bir tavır sergilercesine sözler, manzumeler-bunlara şathiyat ifadeleri denilebilir- sarf edebilir. Bu cezbeli hale, bu “extase” durumuna geçebilmek ancak ve ancak Divan Edebiyatı’nda birçok şiirde Allah’ın evi, Kabesi olarak tavsif edilmiş gönül aracılığıyla mümkündür. Bir olan Allah’ın dışında kalan her şey yani kesret-çokluk- alemi, şiirlerde karanlık, zulmet, ve sevgilinin kapkara saçlarıyla sembolize edilmiştir. Nihayetinde ma-sivâ içerisinde bunaltıcı bir çokluk, hengame ve trajedi hakimdir. İşte bu karmaşık alemin tek yargıcı akıldır ve akıl, gönül ile girilebilen yasaklı araziye adım atma kabiliyetine ve ruhsatına sahip değildir. Oysa ki ötelere sıçrayan gönül diğer söyleyişle ma-verâ da dolaşmakta, biricik Yaratıcı’yı yakinen hissederek çoşa gelmektedir.”
Yazılanları abartılı buluyor önce, bazı yerlerini ise anlamış bile değil. İnsan bütün manayı işlediği için bir nevi orjinaliteyi sıfır noktasına doğru çekiyor, diye telkin ediyor kendisine. Kırmızı demir yığını yani 1986 model Şahin Vahdetin merkezi olsa bile içindeki algılayış ve telakki biçimleri, şahısların zekasına ve dikkatine göre değişeceği için metafizik kavramlar ve ilkeler üzerinde keskin yargılar vermenin ölçüsüzlüğü üzerinde düşünüyor yirmi yedi saniye kadar. Neden sonra babasının dikiz aynasından kendisine baktığını fark ediyor:
- Azaldı, azaldı!
- Ne oldu baba?
- Yol diyorum, bitti sayılır.
- Annem uyumuş mu?
- Çoktan!
- Ne kadar kaldı baba?
- Bu gün hızlı geldim canım. İki üç kilometre bir şey kaldı işte.
Gözlerini manzaraya dikiyor Kâmuran. Halbuki buraları tanıyor olması lazımdı. Kış ayında geldiğimdendir, diyerek etrafı tanıyamamasının sebebini kendi kendine açıklıyor. Her şey açıklanmaya muhtaç Kâmuran’ın dünyasında. Gerçi henüz ne gibi zihin karmaşalarının içine düşeceğinden habersiz ki bu kargaşalar çıktığında önceki zihinsel duruşunun ne kadar da sükunete râm olduğunu itiraf edecek kendisine. En büyük ihtiyacım bir kadın, diye geçiriyor içinden. Şöyle sadakatli bir kadın hayal ediyor, ufak tombul ve beyaz elleri olan. Ayak bilekleri ince ve ayakları küçük. Sesi manalı ve erkeksi bir kadın. Vaktinde bir arkadaşının dediği gibi ‘doğuştan ârif’ bir kadın. Var mıdır böylesi? Olmalı, diye karara bağlıyor içindeki mahkemeyi. İşte köy göründü Kâmuran!
Yaşaya kalmak, tüketmek zamanı, biteviye bir sarhoşluğu duyumsamak ömrünce; işte hayat, dedi babasının inatla açmadığı radyonun düğmesini çevirir çevirmez, radyodan fırlayan tok bir ses. Sermet Bey kayınvalidesinin evine gelmezden evvel böyle radyosunu açar hep; güya neşeli bir yolculuk geçirmişiz demektir bu onun zâviyesinden. Yollar Sermet Bey’in ifadesiyle: ‘takır tukur’. Kâmuran radyodan çınlayan türküyü dinlemekle meşgul: ‘Elif dedim be dedim’ diye bir şey diyor galiba türkücü adam, diye geçiriyor içinden. Anneannesinin evi göründü artık. Hava esmerleşiyor gittikçe. Dün lapa lapa yağdığı belli olan kar sonrası hava sakin ve birazca soğuk. Kırmızı demir yığını köpükler saçan asil bir at gibi değil de bir tavuk gibi sükunetle durdu. Çekirdek aile iniyor şimdi de. Saatine bakıyor Kâmuran: 16:58.
Koşarak bir adam iniyor evin önündeki yokuştan. Saçları şapkasının önünden, arkasından zindan firarisi gibi çıkmışlar. Sakallarındaki kızıllık bunca mesafeden bile anlaşılabiliyor. Anneannesi senelerin kendisine sunduğu dinginlikle adamın yanına gelmesini bekliyor. Adam Sermet Bey’i hemen tanıdı. Tam yanlarında duruyor ve sadece hoş geldiniz diyor adam. Gülizar Ana bir parça ekmek, diye mırıldandı adam. Sermet Bey ilgisizce adamı seyrediyor. Gülizar Ana-köyde herkes ona bu isimle hitap eder- ekmek çıkınını kapının önünden alıp Ferdi’ye uzatıyor. Ferdi: Köyün delisi! Ferdi geldiği gibi koşarak uzaklaşıyor. Garip bir koku bıraktı sanki arkasında, diye düşünüyor Sabiha Hanım. Sonra düşüncesinden sıyrılıp annesinin eline uzanıyor. Sırayla öpüyorlar Gülizar Ana’nın elini. Kâmuran’ın aklı deminki adamda. Neydi adı? Üşümez mi ki böyle çorapsız? Evi nerede acaba? İşte bu soruların cevaplarını alacak Kâmuran zamanla. Evet, zamanla.
- Hoş geldiniz bakalım.
- Hoş bulduk ana!
- Sen de hoş geldin oğlum.
- Sağ ol anne!
- Torunum gel bakalım niye el gibi duruyorsun orada bakayım?
Sadece gülümsüyor Kâmuran anneannesine. Pek sevmez bu kadını nedense. Aslında nedeni belli fakat henüz bunu kendisine itiraf etmek gücünde değil. Eve doğru buyur ediyor müsafirlerini Gülizar Kadın. Eve girer girmez, evin kendine mahsus kokusu ve meşe odunlarının çatırdayarak yandığı diğer odadan gelen ılıklık yüzlerini yalıyor çekirdek ailenin. Her şey normal gidiyor. Sermet Bey ilkokul arkadaşının bu denli bir deli olduğunu bilmediğini söylemeye hazırlanıyor şu sıralar. Ferdi’dir artık Kâmuran’ın meselesi.



-II-
“Gönlüme sâkîyi mi’mâr eyledim meyhânede
Allah Allah Ka’be i’mâr eyledim meyhânede”
M. N.
-Ferdi’yle birinci konuşma-
Uzun fakat boş anlatımların doldurduğu ilk günün akşamı uykuyu yakalamak zor olmadı ortalar için. Kâmuran epey şey öğrendi Ferdi hakkında. Babasının ilkokul arkadaşı olduğunu, babasının da içinde bulunduğu dört kişilik arkadaş gruplarının en zeki ve daima bütün ödevlerini yapan adam olduğunu hatta bazen şimdi yerinde yeller esen ve Sermet Bey’in harmanın çatısı dediği noktada olan samanlığın oraya uzanıp ayaklarını ölçtüğünü ve her gün başka bir ayağını diğerinden uzun bulduğunu bile öğrendi. Peki nasıl delirmişti, sorusuna cevaben Gülizar Ana, babası öldükten sonra abisinin ve annesinin zoruyla çalıştırıldığı fırında dengesini yitirdiğini –Gülizar Ana bu sırada ince ince öksürerek, ‘hap da içirmişler çocukcağıza’ demişti-; Sermet Bey babasının dördüncü kattan düşmesini şahit olması yüzünden delirdiğini; Sabiha Hanım ise onların soyunda delilik vardır zaten, diyerek özetlemişlerdi. Evet, sadece ahmaklar bir vakayı tek sebeple açıklamak için çırpınırlar, diye bir cümle hatırlıyor şimdi Kâmuran. Karmaşa ve oyun diye özetleyebileceği hayatı bir kerede ve bir yargıyla açıklamak hafifliğine henüz düşmedi genç Kâmuran.
Perşembe..Ferdi sigarasını tüttürerek iniyor her araba geçişinde etrafı toza bulayan çakıllı yokuşu. Hava oldukça soğuk ve karanlık bu gün. Kâmuran deliyi durdurmakta kararlı. Elini sertçe yukarı kaldırıyor ve bu hareket Ferdi’nin dikkatini çekiyor. Ferdi’nin bakışları Kâmuran’ın şehirli ve incecik zırhını delip geçiyor adeta. Farklı birisi o nihayetinde. Herkesin deli dediği biri olmak kolay şey değil. Gerçi Ferdi akıllı delilerden, kimseye bir zararı yok. Gerçi bazen dul annesini korumak maksadıyla evlerinin olduğu bahçe tarafına bakmaya cüret edenleri inceden kalaylıyor, tahkir ediyor ve dövüyor. Ya beni de azarlarsa, ya tekme tokat girerse şimdi bana, diye düşünen esmer çocuğun haklı telaşını gören Ferdi onu rahatlatmak için ilk hamleyi yapıyor; belki de aydınlatıcı ilk darbe bu Kâmuran için?
- Babanı tanırım ben senin..
- Biliyorum abi!
- Bana abi deme bir daha!
- Peki.
- Ne diyeceğim diye de sorma..İsmin neydi senin?
- Kâmuran!
- Kâmuran ben deli miyim sence? Dur şimdi konuşma! Ben sözümü bitirinceye dek ağzını bile açmayacaksın. Madem bu soğuk sabahta beni yolumdan alıkoydun, dinleyeceksin. Deja-vu nedir bilirsin mutlaka. Bunu niye anlatıyorum bilmiyorum ama insan bir deliyle laf olsun diye konuşmaz herhalde. Baban mutlaka anlatmıştır çok zeki bir adam olduğumu. Hava soğudu iyice. Optolidon kullanmamalıydık o dönemler..Ucuz kafa yapacağız diye…-Ucuz kafa diye iki defa bağırdı Ferdi, Kâmuran endişeli bir halde karşısındakine bakıyor. Dolapdere’nin arka taraflarında bir yerde bir fırında çalıştık gençlik çağlarımızda. Baban da bilir sor! Beni alıştıran da odur zaten. Ne olduysa ondan sonra oldu galiba. Şu kesif baş ağrısı, bir de aynı kelimeleri tekrar etme hastalığım yok mu. Bir de şey var tabi.. Hassas olmamalı insan; kırılıveriyor. Daha kötüsü ne biliyor musun, insan hassasken o kadar kırıcıdır ki ve o kadar kabadır ki tahmin bile edemezsin. Sen ne bilirsin ki Kâmuran? Sen ancak üşürsün böyle işte. İnsan aynı şeyi niçin yaşasın diye düşündün elbette daha önce. Fakat cevap bulamadın değil mi? Bulmak için keskin bir katanan olmalı; aksi takdirde tahta bir kılıç kesmez bunu. Bu kadar konuşacağımı ya da bu denli düzgün cümleler kurabileceğime ihtimal vermedin biliyorum. Ne yaparsın orta zeka ve orta ahlakın öğretileri her şeyi alt üst etmiş. Buradan kurtarabilirim belki kendimi bu bilgiç tavrım ve bol sıfatlı cümlelerimle. Ya sonra ne olacak? Dul kalmış anamı kime emanet etmeli? Delirir insan, insansa Kâmuran! Sorunun ne olduğu hala aklında mı bilmem. İki dakikadır Gülizar Ana ikimizi gözetliyor biliyor musun? Sen git şimdi iki sigara iki de yağlı ekmek kap getir. Pederin benden korkar, sana hiçbir şey diyemez. Derse ben yapacağımı bilirim. Yemin ederim kırarım bütün camlarını şu çirkin evin. Sonra gider bizim evinkileri de kırarım. Sonra beni en çok lanetleyecek olan Hüsamettin Ağa’nın ineğinin boğazını da keserim. Sen git şu ekmekleri getir hadi!
Kâmuran korkuyla evin yolunu tuttu. Geri döneceğinden emin değil. En iyisi Sermet Bey’i uyandırıp meseleyi anlatmak. Ya da camdan ekmekle sigarayı verip adamı def etmek buradan. Gülizar Ana neden bağırmadı Ferdi’ye sanki? Yalan söylemiştir mutlaka Ferdi; babası ne diye korkacakmış elin delisinden. Fakat deli değil bu adam, deli değil. Numara mı yapıyor yani? Biraz bir şeyler farklı çalışıyor sanki Ferdi’nin zihninde. Gariplik var canım basbayağı! Yok, yok bir daha konuşmamalı bu adamla! Evin kapısı hafif bir gıcırtıyla açılıyor. Sabiha Hanım her şeyden habersiz olduğunu belli eden bir neşeyle karşıladı oğlunu. Kâmuran usul usul botlarını çıkarıyor. Ne özenti adamım ben, deliyle sohbet de neyin nesi diye fısıldasa da zihni, elleri iki yağlı ekmeği hazırlamakla meşgul. Bu Gülizar Ana’ya neler oluyor, neden hiçbir şey sormadı? Neden köylerde bu kadar çok ekmek tüketiliyor acaba diye düşünmeden edemiyor Kâmuran. Kalbinde korkunun açtığı ince yarıklar var şimdi; inceden sızlıyor pembe duvarlar..Gülizar Ana mânidar bir bakışla torununu süzmekte..Ve konuşmaya karar kılıyor işte:
- Gitti o!
- Gitti mi?
Gün karanlığa kavuşuncaya dek yolları gözetleyecek Kâmuran lakin nafile bir uğraş bu. Sermet Bey’e bir şeyler sormak niyetinde geçiriyor ilk dört saati. Vazgeçişler ve cesaretlenişler kendi derinliğinde yankılanarak büyüyor. Gülizar Ana’nın açıklamaları yetersizdi zaten. Deliyle uğraşma kabilinden şeyler diye yineledi kendi içinde bu açıklamayı Kâmuran. Babasına hiçbir şey soramadı elbette. Annesi ise daima olduğu üzere; yaşayakalmakla meşgul kendileri. Bazen yarım kalan şeyleri tamamlamak mümkün değil belki de diye özetledi durumu kendine. Sonra sustu ve yedi ve uyudu ve unuttu.
İnsan çokluğa meyyal, düşmeye hevesli daima. Herkese okyanus nasip olmayacak elbette, bazıları bir bardak suda yüzecek, birileri leğen içinde boğulacak, kimisiyse denizden büyüğü yoktur diyecek oğlum, diyen patronu geliyor aklına birden. O da ancak konuşur zaten. İş paraya geldim mi filozofluk para etmez Ertan Bey için. Ertan Bey’in sadık çırağı olduğunu düşünür bazen Kâmuran vapur yolculuklarında. Nedense sadece vapurda böyle düşünür. Otobüse bindiğinde ekmek parası için her şey der. Eve döndüğünde mecburiyetler yani bu beş heceli sihirli kelime özetler boyun eğişlerini. Gece yatarken herkesin yalnız öleceği gelir aklına. Uyandığındaysa sadece karnının açlığını duyumsar. Peki ya şu deja-vu neyin nesi gerçekten. Yok, yok bu meseleyi öğrenmekten başka çaresi yok galiba. Yok mudur gerçekten? İşte Kâmuran bunu bilmiyor henüz.
Cuma.. -Ferdi’yle ikinci konuşma-
Ortalar telaş içinde; ilçeye gidilecek. Kâmuran’ın başı ağrıyor dün geceden beri. Sermet Bey ne vakit köye gelse ilk cumayı hep aynı camide, yanında İdrîs- i Muhtefî’nin haziresinin olduğu Yeşil Cami’de kılar. Renkli çaputların bağlandığı kabri de ziyaret etmeyi ihmal etmez. Gülizar Ana mum yakar bazı bazı kabrin başında. Herkes istekle doludur orada. Beklentilerini iletecek bir şahıstır şu yeşil demirlerle çevrili kabir. Ne ister Sermet Bey? Para, ömür, neşe, oğlunun muradını görmek, yeni araba, huzur…Neden bizzat kendisi istemez. Yüzü mü tutmaz, kabul görmemek mi endişelendirir onu? İşte Kâmuran böyle şeyleri düşündüğünden bir delinin peşinden sürüklenmek istiyor belki de. Herkesin mehdiye ihtiyacı var, diye bir yorum okumuştu Kâmuran, Tolstoy’un hayatını yorumlayan keskin bir zekadan. Yine de şimdi bunları düşünmenin sırası değil. En iyisi evde kalmak ve uyumak galiba. Ortalar fazlaca ısrarlı olmadılar Kâmuran’ın ilçeye gelmesi için. Kırmızı demir yığını homurdanarak uzaklaşıyor şu sıralar. Ve beklenen yaklaşık üç dakika sonra bitiveriyor beyazlara gark olmuş bahçede.
- Kâmuran!
Ses çıkarmasam gider diye düşünüyor Kâmuran. Ferdi çıldırmış gibi bağırıyor şimdi de:
- Kâmuran, Kâmuran, Kâmuran, Kâmuran!
- Efendim abi!
- Gel hele gel, korkma!
- Bir dakika Ferdi Abi, montumu alıp geliyorum.
Kâmuran kapıyı açar açmaz Ferdi’yi buluyor karşısında. İçeriye davet edilmeyi bekleyen bu pis adamı içeri almak pek doğru bir düşünce gibi gelmese de kendine bir bakıma mecbur kalıyor deliyi içeriye davet etmeye. Ferdi ellerini ovuşturuyor hızlı hızlı. Ve kelimeler bir ok gibi hücum ediyor Kâmuran’a:
- Dün yarım kaldıydı. Sen hiç konuşma dünkü gibi. Zaten sinirleniyorum biri konuşunca. Hem senin bildiğinden ne olacak zaten? Neden Kâmuran, neden o şeyleri yaşamışız zannediyoruz. Ben şöyle soruyorum kendime, neden yaşamamış olalım? Sen daha önce düşündün mü bunu? Peki diyorsun şimdi içinden nasıl yaşamış olabiliriz ki..O halde şimdi yaşamıyor muyuz? Zamanı tek yönlü düşünenler hemen düşerler bu sefil çukura. Gidip gelen, alçalan ve yükselen, hızlanan ve yavaşlayan, artan ve azalan bir zamandan bahsediyorum. Öyle zamanlar var ki bir gül yaprağı gibi açar ve belki bu kendini açış bin sene sürmüştür. Bin sene ama bir kerede! Ve bazen öyle kapanır ki zaman kendi içine, altmış senelik ömür altmış saniyeden pek farklı değildir. Bunları herkese anlatmam ha! Sana anlatıyorum çünkü bir nevi tatmin hissi doğurtuyor bu bende. Anlamadığını bir fark etsem var ya..Korkma korkma, dövecek değilim seni. Hemen giderim ama yanından. Sen benim değerimi anladın değil mi az çok? Hiç düşündün mü Nijerya’da doğsam neye inanırdım, neye güvenirdim, ismin ne olurdu, okur muydum, boyum daha mı uzun olurdu diye? Hiç düşünme çünkü bu düşünüş ucuz bir şey olur. Çünkü bu olamazdı Kâmuran. Sen, sen olmayı seçtin çok evvel. Hatırlamıyorsun değil mi? Bir yaşını da hatırlamıyorsundur muhtemelen. Zaman geçip gidiyor mu dersin, yoksa donup kalıyor mu bir yerlerde? Güneş hiç batmaz Kâmuran. Döndükçe dönüyor mu başın bazı günler. Ayaklarını yere sabitleyip döndüğüne şahitlik ettin mi daha önce? Çok düşünmek iyi değil derler de; az düşünmek iyi bir nane mi sanki. Düşünmememin hediyesi Sermet Bey olmaksa ben daima delirmeyi tercih ederim genç! Neyse sorumun cevabını sonra veririm. Tuvaletim geldi benim, gitmem lazım. Hani baban şeker falan getirmedi mi? Git bir avuç kap gel bakalım. Yemedim mi düşünesim gelmez benim.
Ferdi iki cebine boca ettiği şekerlerle hızla çıktı evden. Gitti ve bahçenin sol kenarındaki cevizin arkasında ihtiyacını giderdi. Basbayağı deli bu adam. Kâmuran şu yaşadıklarını kendine anlatmakta zorluk çekiyor. Kim inanır şu yaşadıklarına kendinden başka? Yok, en iyisi kimseye anlatmamak bu olanları. Hem anlatsa ne fark edecek ki..
Gün ağır adımlarla ilerliyor, bu gün, gün yavaş. Dün daha hızlı bir gündü en azından. En güzeli de rahatça sigarasını tüttürebilmesi galiba. Kendine çay demledi Kâmuran. Çayın yanında sigara içerken kendisini büyümüş hissetti. Güzel bir şey büyümek elbette. İstanbul’u özlemekten alamıyor kendini. İstanbul bir hastalıktır, diyesi geliyor. Ah bu illetin bir ilacı yok mu, diyen bir adam hatırlıyor. Vapurda içtiği sigaralar, gözlerine kaçamak bakışlar fırlattığı kızlar, ablalar, teyzeler geliyor aklına. Birini sevmek iyi olur, diye özetledi düşüncesini. Keşke kendisinden önce doğan ufak kız yaşasaydı. Bir ablası olmalı insanın ya da bir abisi. Kâmuran tek çocuk olmanın hiçbir tarafını sevmez zaten.
İnceden bir sızı hala başında dolaşmakta..Gidip çantasında bir kitap çıkarıyor. Kimsenin okumayacağı türden bir kitap bu. Ya da çok azının ilgisini çeken türlerden biri. İştahla okumaya başladı. Ellerini boşlukta, güya kitaptakiler kendi cümleleriymiş gibi ,bilinçli bilinçli sallayarak kendi dünyasına sesleniyor:
“Aristo’da esas gaye, bütün Yuna düşüncesinde olduğu gibi insanın saadete ulaşmasıdır. Bu saadete ulaşabilmek için Aristo felsefeyi ve felsefî düşünceyi esas olarak alır. Kendisinin işaret ettiği gibi felsefe ‘Hikmet’ adı altında ilk sebep ve ilk prensipleri ele alıp, onları araştırarak varlığın özüne ait bilgiyi yakalamaktır. Çünkü o sebeplerin bilinmesiyle özün ve mâhiyetin bilineceğine inanıyordu. Aristo bu gayeye ulaşabilmek için, önce düşüncenin kanunlarını tesbit etmeye çalışmuş, bunun için insan zihninin işleyiş esasların ve mantık prensiplerini ele almıştır.
…………
Aristo böylece fiziğin ferdî realitesinden hareketle, reeli bilen mantık’ı hatadan kurtarmak, realitenin kanunlarını ortaya koyan metafizikten bu bilgileri almak suretiyle aklın ulaştığı bu yüce bilgilerle, doğru düşünerek mutluluğa ulaşmak için sebepten varlığa, varlıktan cevhere, oradan da manevi ve ilk cevhere doğru bir yol takip etmiştir.
………
Çünkü ona göre ilim bununla başlar ve saadet(mutluluk), insana has olan bir melekenin yani aklın ‘hayatı’dır.
Gazâlî’nin hareket noktasına gelince: Gazâlî’nin en büyük meselesi insan ve problemlerinin halli, gayesi de insanın saadetidir. Yalnız bu saadet, ebedî hayata ait olan mutlak saadettir. Gazâlî bunu ‘Fenâsız bir bekâ, bıktırmayan bir zevk, üzüntüsüz bir sevinç, farkın olmadığı bir zenginlik, noksanlığın bulunmadığı bir kemâl(mükemmellik) ve zilletsiz(düşüklük olmayan) bir izzet(yücelik) olarak tarif ediyordu. Bu saadete ulaşmanın yolunu da Gazâlî ‘İlim ve amel’ olarak tesbit ediyordu. Gazâlî ilim olarak da önce gerçek varlığın yani Allah’ın ilmini kabul ediyor ve bunu da insanın bilmesine bağlıyor. Çünkü filozofumuza göre ‘Herkes Allah’a iman, hatta eşyayı olduğu gibi bilecek şekilde yaratılmıştır. Gazâlî böylece insan ruhuyla üst âlemi irtibata geçirerek eşyayı ve onun mahiyeti(niteliği) hakkında doğru ve yakînî bilgiyi elde etmenin yolunu gösterir. Bu yol ‘Sezgici aklın’ yoludur.”
İnsanın kendini mutlu etmekten öte gayesi yok galiba diye sesleniyor Kâmuran’ın içindeki tartışmacı ses. Kitabı seslice okuyan ses cevap vermek zorunda şimdi ve şöyle diyor : Ben bu kitabı yazarken mutlu olmanın bir takipçisi olarak karalamadığım gibi, biraz önce fikirlerini serd ettiğim şahıslar da mutluluk için yanıp kavrulmamışlardır herhalde. Kendi kendine gülüyor şimdi de. Kitap yazmak zor iş diyor son olarak ve kitabı bir tarafa fırlatıp yatmaya karar veriyor. Uyuyor. Uyanıyor ve ortaları karşılıyor ve yiyor, içiyor, tekrar uyuyor Kâmuran. Evet, hala yaşamaktadır.
Cumartesi.. -Ferdi’yle son buluşma ve cevapsız kalış-
Keyifli bir kahvaltı hüküm sürmekte ortaların diyarında. En az dört gün daha buradalar anlaşılan. Mis gibi bir hava var bu gün. Evet, biraz soğuk ama olsun yine de hava güzel. Yaz olsaydı şimdi yaylaya çıkıyor olurdu ortalar. Tabiat kendi dengesini kuruyor bir kere daha. Emre muhatap bir asker gibi değil azimli bir sanatçı gibi lakin. İnsanın çocuğu olduğunda artık tarih olduğunu düşünmeli, diyen bir televizyon programcısı geliyor aklına Kâmuran’ın. Genç bir adamdı bu sunucu. Kâmuran ise onun söylediklerinden çok kaç lira maaş aldığını ya da işe böyle takım elbiseyle gitmenin ne rahat bir şey olduğunu düşünmüştü. Ne var ki bu gün adamın sözleri geliyor aklına. Bir bakıma doğru, diye onayladı adamı kendi içinde. Ah..bu iç, ne kadar içerde böyle? Aptalların dahi derinliği ölçülemez diye bağırsa şimdi sofrada ne der acaba evdekiler? Yok ama bu saçma bir şey olur. Tereyağı İstanbul’dakilerden farklı; mis gibi bir kokusu var. Hele şu odun ekmeği..İnsan köyde yaşamalı aslında! Böylesi de sıkıcı olur ya neyse..Kâmuran babasına bakıyor manasızca. Kederli bir yüzle kahvaltı eden Sermet Bey’in oğluyum dedi kendi kendine. Ben bu muyum?
Garip bir rüya görmüştü bir defasında. Zaten Kâmuran’ın rüya görmediği ya da rüyasını hatırlamadığı pek vaki değildir. Senelerdir görmediği biriyle, köyden tanıdığı daha doğrusu çocukken kendisini ata bindiren Seçkin Abi’siyle konuşuyorlar. Yine kar var her yerde. Hava kesiyor adeta insanı. Sonra birden bir nefes ensesinde bitiverdi. Soluk soluğa paçasını koklayan şu gri toraman, nasıl da kalın zincirinden boşanıp gelmişti acaba? Korkma, dedi Seçkin. Benim yanımdaki kimseyi ısırmaz o. Seçkin, Kâmuran’a: Aslında ben de okurdum biliyor musun, diyor. Tarihi çok severim mesela..İlkokulda ödevim Ankara Savaşı’ydı. Zaten ders kitabını bir haftada okumuştum. Olmadı işte; şartlar..Doğru diyorsun abi, demişti Kâmuran. Okuyanların bir çoğu senin yarın kadar bile zeki değildir. Yine de okuyabilirsin abi. Ovaya indiğinde, bostanları beklerken, ırgatlık gecelerinde bile okuyabilirsin istersen. Ben sana kitap getiririm. Kâmuran kara çamların, köhnemiş meşelerin çevrelediği manzaraya bakıyor ve büyü bozuluyor. İyice terlemiş buluyor kendini yatakta. Aylardan Ağustos. On senedir görmediği bir adamla bu sohbet de neyin nesi. Ayrıca rüyalar genelde görüldüğü mevsime paralel gider.
Aradan bir sene geçiyor ve yine bir kış tatilinde köyde Kâmuran. Geldiği akşam pek sevemediği o taştan köy kahvesine uğruyor. Seçkin İstanbul’daki işinden ayrılıp köye yerleşmeye karar vermiş o günlerde. Elbette Kâmuran bunu bilmiyor. Geceye doğru Seçkin geliyor ve birkaç dakika süren hoşbeşten sonra konu bu seneki domuzların artma sebebine oradan da tavşan avına geçiyor. Seçkin bebekliğini bildiği Kâmuran’ı ve daha çok İstanbullu bu çocuğu ava götürmek niyetinde. Güya iki kişi daha gelecek sabah ezanında. Sabah olduğunda sadece ikisi var. Seçkin, eve gidip sana bir tüfek alalım diyor ve hızlı adımlarla köyün neredeyse dışındaki eve gidiyorlar. Seçkin tek kırmayı Kâmuran’a uzatıyor. Sonra itinayla köpeğini bağlıyor paslı bir zincirle. Bir saat kadar yürüyorlar dağ yolunda. Sonra bir nefes bitiyor yakınlarında. Soluk soluğa gri bir varlık Kâmuran’ın paçasını kokluyor. Soluk soluğa paçasını koklayan şu gri toraman, nasıl da kalın zincirinden boşanıp gelmişti acaba? Korkma, diyor Seçkin. Benim yanımdaki kimseyi ısırmaz o. Kâmuran hala uyanmış değil olanlara. Ve Seçkin sihirli cümleyi kuruveriyor ve o an Kâmuran’ın zihni paramparça oluveriyor:
- Aslında ben de okurdum biliyor musun? Tarihi çok severim mesela..İlkokulda ödevim Ankara Savaşı’ydı. Zaten ders kitabını bir haftada okumuştum. Olmadı işte; şartlar..
- Doğru…! Abi ben bu anı yaşamıştım. İşte kara çamlar, işte meşeler..Ama şimdi geçti bundan sonrası yok. Tam biraz önceydi ama geçti. Anlıyor musun? Çok acayip bir şey bu ya!
- Bana da olur bazen.
- Neredeyse bir yıl oldu abi. Allah, Allah!
- Bu gün av yok bize galiba.
- Aklım almıyor bir türlü..?
Kâmuran acaba rüyada söylediğim şeyleri tekrar etsem zaman esner mi diye düşünüyor hemen:
- Yine de okuyabilirsin abi. Ovaya indiğinde, bostanları beklerken, ırgatlık gecelerinde bile okuyabilirsin istersen. Ben sana kitap getiririm.
- Aman sen orada mısın hala?
- Ne bileyim aklıma geldi söyledim.
- Şartlar..Geçti bizden genç!
Nasıl oluyor da oluyor demenin faydası yok Kâmuran için. Ferdi’yi bulması lazım. Kendisini ne olduğunu tam olarak kestiremediği bir maceraya götürecek olan şeyi, Ferdi’yi aramak için evden çıkıyor. Sabiha Hanım oğlunu yolcu etti dış kapıya kadar. İlçeye gidemez ama köyü dolaşabilir en azından. Ya köpekler bağlı değilse diye düşünüyor şimdi de. En iyisi bahçenin kenarında dolaşmak. Zaten dün de bu saatlerde gelmişti.
Bir kamyon acı acı siren çalmaya başlıyor bir anda. Köyün baş tarafında olmalı. Adam ısrarla çalıyor sireni. Sesler duyuluyor köyün yukarısından. Bir dakika sonra ufak bir çocuk koşarak Ferdi’lerin bahçesine dalıyor. Yaşlı dul kadın bastonuna dayanarak çıkıyor dışarı. Çocuk heyecanla bir şeyler anlatıyor. Sağ elini iki defa sol tarafına doğru düşürüyor. Bir şeyler var..Kadın olduğu yere otura kaldı. Dizlerine vuruyor ağır ağır. Ağlayamayacak kadar bitkin bir kadın bu. Ferdi ölmüş olabilir mi? Kâmuran eve koşuyor ne söyleyeceğini bilemeden. Gülizar Ana kapıda karşılıyor torununu. Ne olmuş diye sormadan kapının önüne doğru yöneliyor. İşte ortalar da çıktı kapı önüne. İki adam sert sert konuşarak geliyorlar aşağı doğru. Birkaç dakika sonra haber algılanabilir hale geliyor. Rıfatgillerin Ali’nin motoru yardan aşağı yuvarlanmış. Ferdi de motorun arkasındaymış. Ali yaşıyor. Ferdi sessizliğe râm olmuş. Ömrü tayy oldu diyor Sabiha Hanım. Belki de ölmemiştir. Köylüler anlamamıştır belki de yaşadığını diyor içinden Kâmuran. İyi ki dün şekerleri sakınıp yok dememişim kendisine. Ölen birine ya da köylülerin öldüğünü sandığı birine iyilik yapmış son gördüğünde. Kâmuran kendisini tatmin etmekle meşgul; Ferdi’nin ölümünden çok. Evet, Ferdi’nin öldüğünü teyit ediyor öğlen vaktine yakın verilen salâ. Hayır! Yalan bunlar; Kâmuran üşüyüp eve dönüyor sadece, kimsenin öldüğü falan yok. Ortalamalar için ölüm bir heyecandır zaten. İnsanın ağzını açık bırakmak endişesi taşıyan yazıları yakınız, diyen bir adamı hatırlıyor birden. Fakat bu Ferdi neden gelmiyor bu gün?
O gece bir rüya görüyor Kâmuran. Ferdi gülümseyerek şöyle diyor kendisine: Sen kendine şahitlik etmek ne demektir bilir misin genç? Sıfır yalan, sıfır hatadan bahsediyorum sana. Ya ok hedefine çoktan vardı ya da hedeften çoktan saptı Kâmuran. Bir kere de kendin gör istiyorlar belki de..Olamaz mı bu? Kâmuran bu garip soruyu sabah saatlerinde cevaplıyor doğruluğundan emin olamasa da: Zihnin karmaşası ya da derinleri bulandıran parmağın ebatları hayatı sadece daha anlaşılmaz kılıyor. Olan biten bu! Evet, olabilir ve olamaz Ferdi Abi! Hayır, yalan bunlar! Rüya falan görmüyor o gece Kâmuran.
Beni böyle zorlamasını anlamış değilim zaten. İnsan her zaman konuşmak istemez. Söylediklerimin ne kadarını anladığından bile emin değilim. Gerçi o akşam rastladım kendisine. Akşam yemeği yiyorlardı ailecek. Kâmuran sigara içmek içen erken kalkmıştı galiba. Hemen elini kaldırdı beni görünce. Nasıl olsa adım deliye çıkmış bir kere, başladım Kâmuran’ı kovalamaya. Ne kadar korkak bir çocukmuş meğer. Korkudan öyle bir kaçtı ki tutabilene aşk olsun. Ceviz ağacının orada yakaladım. Gözleri kısıldı, yere bakıyor kafama atabileceği bir taş arıyordu anlaşılan. Bulamadı. Gözleri ailesinin yemek yediği ve evin dışa bakan sol penceresinde. Seni kim kurtaracak Kâmuran? Bir tokat atıp uzaklaştım yanından.
Şimdi düşünüyorum da iki senedir uğradığı yok ortaların. Kâmuran bir daha benimle konuşmaz zaten gelse bile. Adın deliye çıktı mı sonu yok hiçbir şeyin. Neyse bu kadar yalan yeter herhalde. Tabi ki deli değilim. Biz de çok okuyana ya deli ya da işe yaramaz derler. Bozulmuş da denir bazen okuyanlara. Farklı olmak bir ayıptır genelde. Fakat daha iğrenci farklı olmak için verilen süslü uğraşlar. Ben bir uğraş vermedim aslında. Kalabalıkların dışında olmak için çaba bile göstermedim. Ne bileyim, saçlarımı falan boyayıp garip kolyeler takmadım. Hem kimseyi takmıyormuş gibi davranıp, hem de o kimselerin odağı haline gelmek bana göre değildi zaten. Okudum ve işsiz kaldım sadece. Sonuca gidememektir bu diğerleri için. Kâmuran bile çalışıyor diyen annem kışkırttı biraz da beni. Sonuca gideni yırtıcı lisanımla parçalamak istedim sadece. İnsan bir şekilde tatmin olmak istiyor galiba.
Ölecek olmak korkutuyor beni; hem de herkesten daha çok. Ölümsüzlüğe iman etmek için verdiğim çabayı, sonuca giden ve günde bilmem kaç saat çalışan hangi orta vermiştir. Orta demek de biraz zayıf bir kişilik imajı çiziyor aslında şahsımda. Rahmetli babam da çok kızardı bu sözüme. Fakat hiç risk almayan ve rutin bir hayatı kovalayanlara aşağı demediğime şükretsinler! Asıl orta benim belki de. Ne iyi ne kötü; ne akıllı ne deli. Araf’ta gezinen serazad bir şuurum ben en çok! Yine de şu acziyet yok mu, çıldırtıyor insanı. Sığınmaktan başka sığınak var mıdır benim gibiler için? Hem ayrıca delidir ne yapsa yeridir, derler!
k.m.

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home